Biyopolitika, modern iktidarın “yaşamı yönetme sanatı”dır: devleti yalnızca yasak koyan değil, nüfusun doğum-ölüm oranlarını, sağlığı, eğitimi, hareketliliği, dili ve gündelik alışkanlıklarını ince ayarla düzenleyen bir makineye çevirir (Foucault’nun “yaşatmak ve ölüme terk etmek” ayrımı). Doğu Türkistan pratiğinde bu; çocukların ailelerinden koparılarak zorunlu yatılılaştırılması, okul ve yurtta Mandarin-only rejimiyle ana dilin silinmesi, dini pratiklerin kriminalize edilmesi, sadakat ritüelleri (marşlar, bayrak törenleri), yüz tanıma/DNA dâhil yoğun gözetim, yer değiştirme ve vesayetin idari işlemlerle sınırlandırılması ve tümünün “eğitim/terörle mücadele” söylemiyle meşrulaştırılması olarak çalışır. Sonuç: bedenler disipline edilir, hafıza yeniden yazılır, çocuk “sevilmek için ben olmamalıyım” noktasına itilerek itaatkâr ama köksüz bir özneye dönüştürülür. Biyopolitika burada yer yer thanatopolitik eşiğe taşar: dilinden, annesinden, inancından koparılan çocuğun “yaşamaya değer hayat” statüsü fiilen aşağı çekilir—tam da bu yüzden mesele güvenlik değil, kimlik imhasıdır.
[2]BM İNSAN HAKLARI OFİSİ
[3] Arendt’in ölçüleriyle bakınca Çin’in Doğu Türkistan politikası, sıradan bir “sert yönetim” değil, total egemenlik teşebbüsüdür: kapsayıcı ideoloji (“güvenlik/kalkınma” dogması) ve terör aygıtı (kamp-yurt kompleksi, keyfi idare) kitleleri atomize eder; aile, dil, din gibi ara yapılar tasfiye edilir; hukuk, ideolojinin ritmine uydurulan esnek bir araç hâline gelir; propaganda önce yalana, sonra gerçeğin yerine geçer; amaç itaat değil, “yeni insan” üretmektir. Doğrudan somutlar: OHCHR’ın 31 Ağustos 2022 raporu, Xinjiang’daki ağır ihlallerin insanlığa karşı suç eşiğine vardığını kayda geçirdi; bu, Arendt’in kamp/terör çekirdeğiyle bire bir örtüşür. BM “OHCHR Assessment of human rights concerns in the Xinjiang Uyghur Autonomous Region, People’s Republic of China” HRW ve diğer bağımsız çalışmalar, çocukların ailelerinden koparılarak “çocuk refahı kurumları” ve yatılı okullara yığılmasını; buralarda Mandarin-only rejimi, ideolojik ritüeller ve gözetim altında sınırlı aile temasını belgeledi—Arendt’in “ara kurumların eritilmesi” dediği tam da budur. (HUMAN RIGHTS WATCH—China: Xinjiang Children Separated from Families) Aynı hat üzerinde dijital gizli-polis (IJOP, yüz tanıma, kitlesel veri toplama) gündelik yaşamı disipline eden bir total gözetim ağına dönüşerek “hareket hâlindeki rejim”i ayakta tutuyor. Human Rights Watch+2Human Rights Watch Üstelik 6 Ekim 2022’de BM İnsan Hakları Konseyi’nin rapor üstüne tartışma açmayı bile 19’a 17 oyla reddetmesi, total projeye dış meşruiyet oksijeni taşıdı—Arendt’in “dünya kayıtsız kaldığında kötülük sıradanlaşır” uyarısı burada alarm verir. BM İnsan Hakları Ofisi+2webtv.un.org Filozof Kirpi’nin sözü net: “Bu düzen, tankla değil, ninniyle yakıyor; anne kokusunu devlet naftalinine boğuyor—adı eğitim, kendisi soykırımın modern diyalektiği.”
[4] Judith Herman’a göre kompleks travma, tek seferlik şoktan değil, kişinin kaçamadığı, failin sürekli denetimi altında sürdürülen uzun süreli ve yinelenen zorlama/mahkûmiyet deneyimlerinden doğar; sonuçta duygu düzenleme bozuklukları, dissosiyasyon(kaçışı imkânsız, uzun süreli tehdide karşı zihnin “sigortayı atırıp” bilinci bölerek acıyı yönetme stratejisidir), benlik değersizleşmesi, ilişkilerde güvensizlik, bedenselleşen ağrılar ve anlam sisteminde çökme görülür; iyileşme ise güvenliğin yeniden tesisi, hatırlama–yas ve yeniden bağlanma evreleriyle mümkün olur. Doğu Türkistan bağlamında bu model bire bir çalışıyor: çocukların ebeveynlerden sistematik koparılarak devlet “çocuk refah kurumları”na ve yatılı okul/yurt ağlarına yığılması (aile temasının kısıtlanması, Mandarin-only rejimi, propaganda ritüelleri) süreğen ve kaçışı imkânsız bir kurumsal mahkûmiyet üretiyor; bu düzenin belgeleri HRW’nin 2018–2019 raporlarında ayrıntılı, sahadan aktarımlarla kayıtlı. — 31 Ağustos 2022 tarihli değerlendirmesi de ciddi ve sistematik ihlallerin “insanlığa karşı suçlar” eşiğine vardığını, bunun içinde aile ayrılıkları ve korku ikliminin merkezî rol oynadığını vurguladı. [BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği] Üstüne, IJOP gibi kitle gözetim platformlarıyla sürekli izleme, yüz tanıma ve keyfî risk puanlama, travmayı gündelik hayata yayarak çocuğun “benliğini güvende hissetme” zeminini kalıcı biçimde yıkıyor—tam da Herman’ın tarif ettiği uzatılmış, kurumlaşmış travma rejimi.
[5] Dissosiyasyon, kaçışı imkânsız, uzun süreli tehdide karşı zihnin “sigortayı atırıp” bilinci bölerek acıyı yönetme stratejisidir: dikkat, bellek, duygu ve beden algısı birbirinden ayrışır; kişi depersonalizasyon (kendini dışarıdan izliyormuş gibi) ve derealizasyon (dünya film setiymiş gibi) yaşar, travmatik anlara dair disosiyatif amnezi oluşabilir, “otomatik pilot”ta itaat ederken duyguları donuklaşır. Judith Herman’ın çerçevesinde bu, kompleks travmanın çekirdek belirtisidir: süreğen zorlama altında (gözetim, ceza tehdidi, aşağılanma) zihin bir “hayatta kalma modu”na geçer; kısa vadede koruyucu, uzun vadede kimlik bütünlüğünü aşındırıcıdır. Doğu Türkistan bağlamında dissosiyasyon; yatılılaştırılmış, ana dilinden ve annesinden koparılmış çocukta “robotik uyum” ile ani öfke patlamalarının art arda gelmesi, Mandarin-only ortamda anadilini “unutma” değil kilitleme (seçici mutizm), geceleri alt ıslatma/bedensel ağrılar, gün içinde boş bakışlarla “yokluk” anları, ders sırasında olup biteni sonra hatırlayamama, ibadet ve aile hatıralarını “rüya gibi” anlatma şeklinde somutlaşır. Bu tablo, çocuğun “sevilmek için ben olmamalıyım” yanılgısını pekiştirir; iyileşme için güvenli temas, dil-kültürle yeniden bağ ve parça parça yeniden bütünleşme şarttır.
[6] İtaatkâr bedenler (Foucault) bedenin yararlılığını artırırken öznenin direncini düşüren mikro-iktidar tekniğidir: zamanı milimetreleyen zaman-çizelgeleri, mekânı hücrelere bölen dizilişler, tekrarla biçim veren alıştırmalar, sürekli bakış (hiyerarşik gözetim), sapmayı cezalandıran normalleştirici yargı ve hepsini ölçüp kayda geçiren imtihan üçlüsü (gözetim–yargı–imtihan) birleşir; sonuç, “docility–utility” (itaatkârlık–yararlılık) çiftidir. Doğu Türkistan pratiğinde bu şema çıplak: yatılılaştırılan çocukların günleri dakikaya bölünür (bayrak töreni, toplu slogan, askeri düzen), sınıflar Mandarin-only rejimiyle tek sesli hale getirilir, oturma planı ve davranış puanı listeleriyle herkes izlenir; yüz tanıma/kimlik tarama eşliğinde giriş-çıkışlar ölçülür, “uygunluk” rozetleriyle ödül-ceza spiraline sokulurlar; hafta içi görüşme kotaları ve “örnek öğrenci” standartları ise normalin çıtasını devletin keyfine bağlar. Beden böylece alışkanlık makinesine dönüştürülür: aynı anda hem “daha verimli” (Çince konuşan, komut alan) hem de “daha uysal” (itiraz refleksleri söndürülmüş). Heterobilimce hüküm net: burada okul, yalnız okul değildir; kışla-fabrika-hapishane diyagramının çocuk ölçeğindeki kopyasıdır—itaatkâr beden, köksüz zihin için kalıp döker.
[7] OHCHR (BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği), Birleşmiş Milletler’in dünyadaki hak ihlallerini izleyen, belgeleyen ve devletlere bağlayıcı olmayan ama normatif ağırlığı yüksek tavsiyeler sunan çekirdek kurumudur (özel raportör ağını koordine eder, UPR süreçlerini destekler, acil çağrı mektupları gönderir, saha doğrulamaları ve tematik raporlar üretir; yaptırım uygulayamaz, fakat kanıt ve çerçeve sağlar). Doğu Türkistan bağlamında OHCHR’nin 31 Ağustos 2022 tarihli değerlendirmesi, bölgede keyfî alıkoyma, korku iklimi, ayrımcı politikalar ve ailelerin parçalanması dâhil ağır ihlallerin “insanlığa karşı suçlar” eşiğine vardığını kayda geçirdi (özellikle çocukların ailelerinden koparılarak yatılı ağlara yığılması, ana dilin tasfiyesi ve kültürel imha riskine dikkat çekti); çözüm için derhâl serbest bırakma, aile temasının tesis edilmesi, zorla asimilasyon uygulamalarının sonlandırılması, bağımsız izleme ve etkilenenlere tazmin/rehabilitasyon çağrısı yaptı. Sınırlılığı açıktır: OHCHR mahkeme değildir, zorlayıcı gücü yoktur; ama sahte resmî anlatıları delmek için standart, kanıt, tarih üçlemesini masaya koyar—ve bu üçlü, çocuklara karşı işlenen politikaları “yan etki” değil, sistematik suistimal olarak tesciller.
[8] Heterobilim yorumu: biyososyal kolonizasyon, sınır çizip bayrak dikmekten ibaret değil; biyoloji + toplum katmanlarını aynı anda işgal eden, çocuğun bedeninden diline, annesinden oyuna, hatırasından hayaline kadar bütün ekosistemi kolonize eden rejim tipidir. Mekanizma nettir: (1) Aileyi parçala (devlet-anne), (2) dili kes (Mandarin-only), (3) ritüeli değiştir (bayrak, marş, sadakat ayini), (4) gözetimi içselleştir (yüz tanıma, puanlama), (5) ekonomik bağımlılık yarat (yurt-iş hattı), (6) hukuku idareye indir (keyfî vesayet). Sonuçta Foucault’nun itaatkâr bedenleri, Arendt’in atomize kitleleri ve Herman’ın kompleks travması tek tabloda birleşir: köksüz ama kullanışlı bir insan tipi. Çin’in Doğu Türkistan’da yaptığı, tam da bu endüstriyel ölçekli iç işgaldir; okul kışlaya, yurt fabrikaya, müfredat mühendisliğe dönüşür. Panzehir de aynı ölçekte düşünülmeli: hafıza-dil-aile üçlemesini yeniden kuran “karşı-kolonizasyon”—tanıklık arşivi, ana-dil ağları, diaspora dayanışması, evrensel yargı ve tedarik zinciri baskısıyla kökleri geri ekme siyaseti.
[9] Bowlby–Ainsworth’in bağlanma kuramı, bebeğin ilk bakım verenle kurduğu duygusal bağın hayat boyu güvenlik duygusunu, stres düzenlemesini ve ilişki biçimlerini belirlediğini söyler: güvenli bağlanma (yakınlık + keşif dengesi) sağlıklı zemin; güvensiz-kaçıngan (yakınlıktan kaçış), güvensiz-kararsız/dirençli (ayrılıkta panik, dönüşte öfke) ve daha sonra eklenen dağınık/düzensiz örüntü (korkunun kaynağıyla teselli arama paradoksu) riskli zeminlerdir. Doğu Türkistan’daki devlet-anne modeli, zorunlu yatılılaştırma ve Mandarin-only rejimi, çocuğun biyolojik ebeveyniyle güvenli ritmini kesip yerine koşullu bakım (itaat edersen “sevgi”) koyarak tam da dağınık bağlanmayı körükler: çocuk aynı anda hem yakınlık arar hem korkar, “robotik uyum” ile ani öfke patlamaları arasında savrulur; bedeni uykusuzluk–somatik ağrılarla alarm çalar, zihni dissosiyasyonla boşluklar açar, kimliği “sevilmek için ben olmamalıyım” yanılgısına kayar. Heterobilim açısından bu, biyososyal kolonizasyonun duygusal çekirdeğidir: aileyi dağıt, bağlanmayı boz, itaat üret. Panzehir de kuramsal olarak nettir: güvenli figürün sürekliliği (ebeveynle yeniden buluşturma/istikrarlı birincil bakım veren), tahmin edilebilir şefkat ritimleri, ana dil ve kültürel ritüelle yeniden bağ ve oyun temelli, travma bilgili müdahaleler—yani çocuğun dünyasını tekrar güvenli ve tanıdık kılmak.
[10] İç yurt derken (Arendt bu tam ifadeyi kullanmasa da kavrayışı budur) kast edilen, totalitarizmin kamusal/özel ayrımını eritip evin içini de rejimin çalışma alanına çevirmesidir: aile, dil, ritüel, çocuk bakımı—hepsi devletin ideolojik ve idari gözetimine bağlanır; böylece insan, yalnız sokağa çıktığında değil, kendi odasında da “hareketin” kurallarına uyar. Doğu Türkistan bağlamında bu, anne-babayı yasal idari işlemlerle devre dışı bırakıp çocuğu yatılılaştıran düzen; evde konuşulan ana dili okulda geçersiz kılan müfredat; “öğretmen-anne” gibi ikamesel ebeveynlik kurgularıyla duygusal bağın devletle yeniden bağlanması; gözetimin (puanlama, ritüel yoklama, sadakat pratikleri) aile rutinine sızması olarak somutlaşır. Sonuç: ev, artık “benim yerim” değil, rejimin şubesidir; çocuk, “sevilmek için ben olmamalıyım” yanılgısıyla kimliğini kısmaya başlar; anne-baba, çocuğuyla kurduğu güvenli ritmi kaybeder.


